ABD Başkanı Trump’ın koltuğuna oturduğu andan itibaren hedefine aldığı Çin ile başlattığı ticari savaş sadece iki ülkeyi değil, dünya ekonomisinin de temellerini sarsıyor. Dr. Ümit Alperen, giderek daha da ısınan bu çatışmayı analiz ediyor.
Prusyalı stratejist Carl von Clausewitz savaşı politikanın farklı araçlarla devamı olarak tanımlar. Uluslararası sistemde devamlı bir savaş halinin olduğunu söylemek mümkündür. Eğer uluslararası sistemdeki aktörler birbirinin çıkar alanlarını katlanılamaz seviyede tehdit etmeye başladığı zaman “çatışma/savaş” ortaya çıkar. Bu bahsettiğimiz aktörler arasındaki savaş özellikle 1945’de II. Dünya Savaşı sonrasına kadar daha çok doğrudan sıcak çatışma olarak ortaya çıksa da, karşılaşılan ağır maliyetler nedeniyle bu çatışmalar vekâlet savaşlarına döndü. Soğuk Savaşın iki hegemon gücü ABD ve Sovyetler hiçbir zaman doğrudan bir sıcak çatışmaya girmezken, farklı ülkeler onların “adına” savaştı. Fakat son 10-15 yılda ise uluslararası sistem sıkça duyduğumuz ve daha çok duyacağımız “hibrit/karma savaşlar” dönemine girdi. Karma savaşlarda alışılagelmiş geleneksel askeri yöntemler kullanmanın yanı sıra diplomasi, medya, ticaret, siber savaş vb taktiklerde yoğun bir şekilde kullanılır. Ayrıca yeni dönemde devam eden savaşları daha önceki savaşlara kıyaslarsak düşük yoğunluklu ve sürekliliğinden bahsetmemiz de mümkün. Son bir yılda iyice kızışan Çin-ABD ticaret savaşına da karma savaş çerçevesinde bakmak mümkün. 1990’ların ortasından itibaren Çin’in hızlı ekonomik yükselişi bütün dünya kamuoyunun dikkatini çekiyor. Çin’in ekonomik olarak yükselişi ABD’nin küresel hegemonyasına bir meydan okumayı da beraberinde getireceği tartışmalarını beraberinde getirdi. Fakat Çin’in ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuması genellikle klasik güç geçiş teorisi üzerinden daha çok politik boyutta tartışılageldi. Fakat Çin, geleneksel yöntemlerle ABD’nin hegemonyasına meydan okumaktan özenle kaçındı. “Barışçıl yükseliş” kavramının isim babası olduğunu söyleyebileceğimiz Zheng Bijian, Çin’in Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın ve İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya ve Japonya’nın yaptığı gibi uluslararası sisteme meydan okumayacaklarını ifade ediyor. Zheng Bijian’ın da vurguladığı gibi Çin mevcut uluslararası sisteme geleneksel bir şekilde meydan okumuyor. Fakat Çin’in uluslararası sisteme meydan okumaması, mevcut uluslararası statüsünden memnun olduğu anlamına gelmiyor. Çin agresif ve geleneksel bir şekilde ABD hegemonyasına meydan okumaktansa, rasyonel yollarla karşılıklı hem ekonomik hem de politik bağımlılığın çok yüksek olduğu mevcut küresel sistemde ekonomik ve politik pozisyonunu güçlendirmeyi tercih ediyor. Dolayısıyla Çin Asya Altyapı-Yatırım Bankası (AIIB), Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), Kuşak-Yol Girişimi (KYG) gibi araçlarla mevcut sisteme meydan okumadan kendine özerk bir alan inşa ediyor.
Değişen uluslararası dengeler
Soğuk Savaşın sona ermesi sonrasında Çin’de iki kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş tartışmasını başlatmışsa da, uluslararası sistem ekonomik ve politik olarak tek kutuplu bir sisteme dönüştü. Fakat artık ABD önderliğinde ağır aksak devam etmekte olan mevcut uluslararası sistemde rol dağılımı, Çin’in uluslararası sistemde özellikle küresel ekonomide payını arttırması ile yeniden ama kendiliğinden yapılmaya başlandı. Küresel ekonomideki bazı rakamlar ne demek istediğimi ve ABD küresel ekonomik hegemonyasının Çin tarafından nasıl tehdit edildiğini daha açık bir şekilde göstereceğini düşünüyorum. Dünya Bankası verilerine göre, Çin’in 1990’da reel Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH) toplam dünya GSMH’sinin yüzde 1,6’sını oluştururken, 2018’de payı yüzde 15,86’ya yükseldi. Diğer bir ifade ile Çin’in küresel ekonomideki payı 10 kat arttı. Böylece küresel ekonomide üretilen 6 birim metadan birisi Çin’de üretilir hale geldi. Diğer yandan ABD’nin küresel ekonomideki payı 1990’da yüzde 26,4 iken 2018’e gelindiğinde yüzde 23,8’e geriledi. GSMH’ye ek olarak dünya ticaret paylarındaki değişim daha dikkat çekici. 1990’da Çin’in dünya ticaretindeki payı yüzde 1,78 iken bu oran 2018’de yüzde 12,68’e yükseldi. ABD’nin ise 1990’daki payı yüzde 11,35 iken 2018’de yüzde 8,48’e düştü. Ayrıca belirtmek gerekir ki, yükselen güç Çin KYG, AIIB gibi ekonomi bazlı girişimleri ile küresel ekonomideki payını daha fazla arttırması kaçınılmaz. Bu rakamlarında gösterdiği gibi Dünya ekonomisi ciddi bir değişim ve dönüşüm içerisinde ve Çin’in payı daha da artacak.
Tukidies tuzağı
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Çin tarafından ABD’nin küresel hegemonyasına doğrudan bir meydan okuma olmasa da, küresel ekonomideki hegemon konumuna doğal bir meydan okuma gerçekliği var. Bu bağlamda da ABD’nin, Atina’nın yükselişinin Sparta’da yarattığı korku nedeniyle savaşın kaçınılmazlığını ifade eden Tukidies Tuzağına mı düştüğü sorusunu akıllara getirmekte. Bu noktada da Çin, ABD’nin küresel ekonomideki düzenleyici hegemon rolüne tehdit oluşturmaya çoktan başlamıştı. Dolayısıyla, ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları taraflar arasındaki ticari dengesizlikten kaynaklandığı görünmekle birlikte, sıradan bir ticaret dengesizliği, vergi ya da gümrük tarifelerinin çok ötesinde bir sorun olduğu aşikâr. Her ne kadar ABD-Çin arasında ticaret ekseninde yaşanan sorunlar “ticaret savaşı” olarak adlandırılsa da, temel sorunun küresel ekonominin yeni dönemde ABD ve Çin arasında kimin ne kadar pay alacağı dolayısıyla “küresel ekonomik paylaşım” sorunudur. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları her ne kadar yaklaşık bir sene açık bir şekilde ifade edilmişse de, 1990’ların ortalarından itibaren taraflar arasında düşük seviyede de olsa hep bir ticari sorun vardı. ABD, Başkan Donald Trump öncesinde de, Çin’i kur manipülasyonu, fikri mülkiyet hakları ve ticari eşitsizlikler konusunda eleştiriyordu. Fakat Çin, artık KYG, Made in China 2025 programı ve halen devam eden teknolojik gelişim ve büyüme hızı ile ABD’nin küresel ekonomik hegemonyasına ciddi bir tehdit edebilme seviyesine ulaşıldı. Bu nedenle de Trump yönetimi Çin ile arasındaki ticari sorunları bir adım öteye taşıyarak ticaret savaşı ile daha sıkı önleyici bir hamle başlattı. Hatırlanacağı üzere, Trump başkan olmadan ve olduktan sonraki ilk dönemde Çin’e karşı ABD-Rusya işbirliğini öngören “Tersine Kissinger Etkisi” tartışıldı. Eğer Çin’e karşı ABD-Rusya işbirliği gerçekleşebilseydi, Trump’ın Çin karşıtı politikalarının ticari savaşın yanı sıra etkin politik savaşı da içeren daha komplike hybrid bir savaş ilan edilebilirdi. Şunu da belirtmeliyim ki, ABD Başkanı Trump değil de geleneksel Amerika’nın Doğu Asya politikasını devam ettirmekten yana bir ABD Başkanı da olsa Çin ile ticaret savaşlarını başlatırdı. Fakat bu başkan Trump’tan farklı olarak Doğu ve Güneydoğu Asya’daki geleneksel ittifak sistemini sarsmamaya özen göstererek ve Trans-Pasifik Ortaklığını güçlendirerek Çin’in ekonomik etkinliğini sınırlandırmaya çalışırdı.
Çin’in stratejisi
Çinli stratejist Sun Tzu Savaş Sanatı kitabında “yüz savaşta yüz zafer kazanmak en mükemmeli değildir. En mükemmeli savaşmadan baş eğdirmektir” der. Çin’in ABD ile ticaret savaşının kazananının olmayacağının ve kazananında kaybettiği bir “Pirus zaferi” olacağı inancı var. Dolayısıyla, Çin ticaret savaşlarının başından itibaren kesin bir zafer kazanamayacağını ve her halükarda kendisinin de zarar göreceği düşüncesiyle savunma pozisyonunda kalmayı yeğlediği izlenimi veriyor. Çin bu strateji bağlamında karşı saldırı yapmadan sadece ABD’nin saldırılarına savunma pozisyonunda karşılık veriyor. Bu çerçevede şimdiye kadar ABD 250 milyar dolarlık Çin malına ek gümrük tarifesi uygularken, Çin ise 185 milyar dolarlık ABD malına ek gümrük tarifesi uyguladı. Çin’in ABD’ye karşı savunma pozisyonunda kalmasının diğer nedenlerine bakıldığında, Çin ekonomik olarak yükselen bir güç iken ABD mevcut pozisyonunu ve gücünü elinde tutmaya çalışıyor. Çin’in 2010-2018 yılları arasında GSMH’sinin ortalama büyümesi yıllık yüzde 7.78 olarak gerçekleşirken, ABD’nin ise aynı yıllar arasında ortalaması yüzde 2.23 olarak gerçekleşti. Bu büyüme oranlarının küçük dalgalanmalarla bu seviyelerde devam etmesi bekleniyor. Dolayısıyla mevcut küresel ticaret ve önümüzdeki kısa-orta vadede ticari beklentiler Çin’in lehine. Çin avantajlı bir konumda iken, kazanamayacağı bir savaşta ABD’ye meydan okumak istemez.
Çin-ABD anlaşabilir mi?
ABD-Çin arasındaki ticaret savaşlarının ne kadar devam edeceği konusunda Trump ve Xi de dahil kimsenin kesin bir şey söylemesi zor. Yukarıda da belirttiğim gibi bu ticari dengesizlikten kaynaklı bir ticari savaş değil bir küresel ekonomik paylaşım savaşıdır. ABD ve Çin ticaret savaşlarının bitmesi konusunda anlaşsa bile, bu ticaret savaşları farklı araçlarla düşük seviyede de olsa devam etmesi muhtemel. Çin küresel ekonomideki payını arttırmaya çalışırken, ABD ise mevcut konumunu korumaya çalışıyor. Taraflar mevcut pozisyonlarında ısrarcı. Çin mevcut konjonktürün ve geleceğin kendisi lehine olduğunun farkında. Bu nedenle de krizi derinleştirmekten ziyade yatıştırmaya çalışıyor. Çin için önemli olan ticaret savaşlarının bitmese bile yatışması ve farklı mecralara sıçramaması. Trump, Çin’i ekonomik olarak istediği seviyede sınırlandırmakta daha fazla zorlanırsa, Tayvan, Hong Kong ve Çin’deki insan hakları sorunlarının daha fazla gündeme getirebilir. ABD’nin Tayvan’a 66 savaş uçağı satma konusunda yeşil ışık yakmasının bu sürece denk gelmesi de bu bağlamda düşünülebilir. Diğer yandan taraflar arasında ticaret savaşları bitmese bile, Çin ve ABD için ilişkilerin kontrollü, istikrarlı ve sürdürülebilir olması küresel ekonomi ve politika için önemli. ABD açısından ise Ticaret Bakanı Willbur Ross’un 1 Eylül’de başlayacağı duyurulan yeni vergilendirmelerin Amerikalı tüketicileri korumak için bu yılın sonuna erteleyeceklerini açıklaması, bu savaşın ABD’nin zarar görmeye başladığının zimmi kabulü olarak görülebilir. Diğer yandan 2019’un ilk yarısında Çin’in bütçesinin 106 milyar dolar cari fazla vermesi ve yuan’in dolar karşısında 7.20’ye çıkması bu savaşı devam ettirmekte elinin boş olmadığını ve devam edeceğini gösteriyor. Karar.com – Ümit Alperen